Beynimiz ve Biz: Değerlerimiz, Çatışmalarımız ve Varoluşumuz.

2 Yorum
HERKESİN DELİ OLDUĞU BİR DÜNYADA TEK AKILLI SEN OLSAYDIN ASLINDA TEK DELİNİN KENDİN OLDUĞUNU DÜŞÜNÜR MÜYDÜN?

Bilinen hikâyedir.

Uzun zaman önce bir şehrin kralı varmış. Bir gün, rüyasında aksakallı bir dede gelmiş. O aksakallı dede krala demiş ki; "kralım, yarın sizin şehre yağmur yağacak, yağmur suları içme sularına karışacak ve o sudan içen herkes delirecek". Kral da rüyadan uyanır uyanmaz kendine yıllarca yetecek kadar su ayırmış.

Sabah olduğunda aksakallı dedenin dediği olmuş. İçme sularına yağmur suları karışmış ve içme suyuna karışan yağmur suyundan içen herkes delirmiş. O suyu içmeyen kral bir süre sonra şehirde tek akıllı olarak kalmış. Ancak, akıllı olan kralı anlayacak tek bir kişi olmadığı için tüm şehir; kralın delirmiş olduğuna kanaat getirmiş.

Uzun bir süre buna dayanmaya çalışan kral, en sonunda herkesin içtiği sudan içmiş ve herkes kralın iyileştiğini ve akıllandığını söylemeye başlamış.

BEYİN, KENDİNDEN FARKLI DÜŞÜNEN VE ALGILAYANLARI SEVMEZ. Çünkü, kendisinden farklı düşünen ve algılayanların, nasıl davranacağını kestiremez. Farklı düşünenlerin, kendi düşünce ve algılarını diğer bir deyişle kendi varoluş değerlerini değiştirebileceği kaygısıyla, sahip olduğu değerleri korumak adına diğerlerini ve diğerlerinin düşüncelerini tehdit ve hasım olarak görür; din, gelenek, görenek, örf ve adetlere bunun için sarılır, yaşam biçimi yapar, bu değerler için kavga eder, savaşır.

Peki hangimizinki doğrudur? Burada önemli olan hangi değerlerin doğru olduğu değildir. Doğru (geçerli) olan, bu değerlerin bir araya getirdiği topluluğu güçlü kılıp, diğer topluluklarla olan savaşımında varlığını sürdürmektir. Buna neden olan mekanizma, türü (toplumu) bir arada tutup varlığını sürdürmek adına evrimsel süreç olup, günümüzde de etkisini göstermektedir. Söz gelimi, en azından, yabancı bir yere gittiğimize, bizim dilimizi konuşan veya bir hemşerimizi arama ihtiyacının temeli budur. Aksi halde, denetleyemediğimiz olaylarla kendimizi tehdit altında hissederiz.

Topluluğu bir arada tutan bu değerler, alnımızın hemen arkasındaki düşünen beyin (prefrontal korteks) değil, beynimizin ortasında yer alan duygusal beynimiz yani limbik sistemdir. Bunun anlamı, Gündelik hayatımız ve tabii ki ömrümüzün büyük bir kısmında, düşünce ve ilişkilerimizde, düşünen beynimiz duygusal beynimizi değil, duygusal beynimiz düşünen beynimizi yönetiyor demektir. Bunun nedeni, evrimsel süreçte, düşünen beynimizin, duygusal beynimizin sinir uzantıları üzerine kurulup gelişmesindendir. (Prefrontal korteksin oluşumu, insanın çıkışının muhtemel 6-8 milyon yıllık varoluş süresi içinde son 350-500 bin yıl tahmin edilmektedir).

Ayrıca, duygusal beynimizden düşünen beyne veri taşıyan sinir uzantılarının (akson) kalınlıkları, düşünen beyinden duygusal beyne veri taşıyan sinir uzantılarından daha kalındır. Bunun anlamı da, duygusal beynimiz, gönderdiği verilerin yoğunluğu ile düşüncelerimizi baskılamakta ve yönetmektedir. En basit örnek, aşık olduğumuzda, düşüncelerin geri plana atılıp duygusal faktörlerin öne çıkmasıdır. Aşık olduğumuzda, limbik sistem (duygusal beyin) düşünen beyne giden sinyalleri paralize eder (felç eder). Keza, birisine sinirlendiğimizde, öfkelendiğimizde, sinir veya öfkemizin bir müddet dahi devam ediyor olması, limbik sistemdeki faaliyetlerin, düşünen beynimizden bağımsız devam ediyor olmasıdır. Bu satırları okuyan bir kişi, “güzel ama ben her zaman aşık olup, öfkelenmiyorum ki” diyebilir. Bu örnekler baskın örnekler olduğu için verilmiştir. Şu anda bu satırları okuyor olmak bile doğuştan gelen yani limbik sistemin bir mekanizması olan MERAK mekanizmasının etkisinde olduğunuz içindir. Çünkü bu yazıyı okurken, yazıdakilerin doğru veya yanlış olduğu düşüncesine bakarak, yazının sizin için ne derece doyurucu veya düşüncelerinize ne derece aykırı olduğuna nihai/son karar veren yer, düşünceleriniz değil, limbik sistemdir. Dış uyarana karşı (okuduğunuz bu yazı) tepkiyi verdiren yer, limbik sistemdir. Çünkü, yazıyı doyurucu buluyor ve hoşunuza gitmişse, limbik sistemdeki NUCLEUS ACCUMBENS (gözlerimiz hizasında beynimizin önüne yakın yerde), size hoşunuza gittiğinize dair DOPAMİN nörotransmitterleri (bilgi ileticileri bakımından zenginleşir). Keza, yazı, sizin düşünceleriniz için aykırı bir yazı ise, yine birilerine sinirlenip, öfkelendiğinizde devreye giren limbik sistemin parçası olan AMİGDALA (beynimizin tabanında ve gözlerin hizasında) faaliyete geçmiştir. Bunun anlamı, hiçbir karar, duygu temelli olmadan verilmediğidir. Zaten onun içidir ki, evrimsel süreçte önce beyin sapı, sonra limbik sistem ve nihayetinde düşünen beyin oluşmuştur.

Bir önemli neden de, beş duyumuz vasıtasıyla gelen verileri taşıyan sinirlerin ilk durağı düşünen beyin değil, duygusal beynimizdir. Buradan da görülüyor ki, şahit olduğunuz bir olay siz ne yaparsanız yapın, duygusal denetlenme kapısından geçmeden düşüncelerinize yani alın lobuna gitmeyecektir. Peki, düşüncelerinizde yani düşünen beynimizle aldığınız kararlar nihai kararlar mıdır? Hayır, o kararların sizin varlığınız için fayda olacağına karar veren kısım yine limbik sistemdir. Yani, “değerlerimiz” dediğimiz ve bu yazının konusu olan tüm bilgilerin değerlendirildiği nihai yerdir. Daha da açık söylemek gerekirse, “hayatın anlamı nedir?” diye bizi ANLAM ARAYIŞINA iten yer limbik sistemdir. Sadece düşünen beyin olmuş olsaydık, bildiğimiz bilgisayardan farkımız olmazdı. Görülüyor ki, gündelik hayatımızda duygu faktörünün olmadığı tek bir saniye bile yoktur. İşte bu nedenle, hangi kararı biz, kendi bilincimizle aldık diye düşünsek de, temel kararlar duygusaldır.

Ayrıca, anne karnındaki ceninde beyin gelişimi; önce beyin sapı, sonra duygusal beyin ve en son düşünen beyin olmak üzere arkadan öne doğrudur ve bu oluşum sırası bile aslında evrimsel sürecin güzel bir göstergesidir. Ve yine, düşünen beyne ait sinir hücrelerinin oluşumunun yirmi-yirmi beş yaşlarına kadar tamamladığı gerçeğini de bilgilerimize katarsak duygularımızın, düşüncelerimizde çok büyük öncelik gösterdiğini söyleyebiliriz. (Gençlerin yaptığı kavgaların yoğunluğunun (frekansının), düşünen beyinden çok, duygusal beynin etkisiyle ve bu dönemlere (16-25 yaş) rastlaması tesadüf değildir).

Özetle, bu değerler, türün var olmasında önemli rol oynamıştır. Bugün de, gerek bireysel, gerek toplumlar arası çatışmaların nedeni, sahip olunan değerleri korumak ve dolayısıyla varlıklarını sürdürmek içindir. Bu arada, buradaki “değer” kavramı objektif bakış açısı ile “değerli” anlamında değil, o birey veya topluluğun varlığını sürdürmeye yarayan, bu birey veya toplumların davranış ve düşüncelerinde “sadık” kaldığı DEĞİŞMEZ ARGÜMANLAR veya PARAMETRELERDİR.

Peki şu sorulabilir. Duygularımızın yıkıcı esaretinden büyük ölçüde kurtulduğumuz ve dolayısıyla çatışmalarımızın büyük ölçüde azaldığı bir zaman olabilir mi? Böyle bir düşünce zayıf bir ihtimal de olsa mümkün görünmektedir. Peki ne zaman? Ta ki, evrimin getirdiği yıkıcı duygularımızdan nispeten arındırılmış düşünen beynimizi, diğer bir deyişle duygularımızın düşüncelerimizi değil, düşüncelerimizin duygularımızı yönettiği bir zamanda, toplulukların ortak kaygı ve çıkarları adına uzlaşmacı “yeni değerleri” bulup, hayatımıza dâhil ettiğimizde ve geçmişte, aklımızla değil, güdülerimizle var olmamıza yarayan, ancak bugün hala birbirimizi yok etmenin nedeni olan evrimsel süreci frenleyip, varolmamız için aklımızı kullandığımızda.

Sizin düşünceniz nedir?

Erol

2 yorum:

  1. Değerler, toplumdan bağımsız, kendi başlarına var olan bağımsız parameterler değildirler. Değerler, topluluğun ve dolayısıyla bireyin güvenliğinin sağlanması için, topluluğun ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkmış güven parametreleridirler. Değerlerin, toplululuğun devamını sağlamadaki rolü, topluluğun ihtiyaçlarını karşılayabildiği kadardır. Topluluk ihtiyaçlarına cevap veremeyen değerler, değişir veya yok olur. En temel ihtiyaçları gideren dürüstlük, özel mülkiyete saygı, güç birliği, inanç birliği, ortak çıkarlar, kolektif yaşam vb. gibi değerler güvenlik ihtiyacına cevap vererek varlığın fizyolojik bütünlüğünü doğrudan etkilediği için beynin beynin temel mekanizmaları tarafından korunur.

    Evrimsel sürecin getirdiği, yıkıcı duygusal esaret diye bir şey söz konusu değildir. Evrimsel sürecin getirdiği, toplumda güven vermeye ve güven duymaya yönelik davranışların gelişmesidir. Değerlerin zedelenmesine gösterilen duygusal tepki, yıkıcılıktan değil, toplumsal düzenin bozulmasından duyulan endişeden kaynaklanır.

    Fizyolojik ihtiyaçların giderilmesindeki ihtiyaç çatışması durumunda olacaklar çok bellidir yazmaya gerek yok. Fakat mesela dini bir çatışmayı ele alalım. Dinin temelinde, kimin tanrısının en büyük, kimin tanrısının en güçlü olduğu vardır. Bu çatışma ise insanın kendini güvende hissetme ihtiyacından, güçsüz olan insanoğlunun, daha güçlü hatta en güçlü tarafından korunmak ve kollanmak istemesinden ortaya çıkmıştır. Birisi çıkıp "Benim tanrım seninkinden daha güçlü" veya "Benim tanrım, gerçek seninki değil" derse diğer tarafın güvenlik ihtiyacını temelden sarsar ve duygusal bir tepki ortaya çıkar.

    Olması gereken evrimsel süreci frenlemek(nasıl olacaksa) veya yeni değer bulmak değildir. Olması gereken, değerlerin, toplumun ihtiyaçlarını gidermekten başka bir işe yaramayan, ihtiyacı karşılayabildiği sürece geçerli, ihtiyacı karşılamadığı durumlarda da kaldırılıp çöpe atılabilecek bir davranış olarak benimsemek, toplumsal ihtiyaçları, toplumu alınabilecek en büyük ölçekte alıp, ihtiyaçların ve buna bağlı değerlerin, toplumun tüm fertlerini kapsayacak şekilde azaltılması veya genişletilmesi için çaba sarf etmektir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Kölge,

      İlginiz ve yorumunuz için teşekkür ederim.

      “Değer” dediğimiz kavramlar elbette ki önemli. Ancak yazınız, değerlerle ilgili olduğu için öncelikle beynimizin her iki yarıküresinde ve beyin tabanında bulunan Amigdala denilen kısmın, şakaklarımıza yakın olan beyin kabuğunun biraz içindeki İnsula denilen bölgenin ve ayrıca Nucleus accumbens denilen kısımların ne işe yaradıklarını önce detaylı olarak yabancı akademik makalelerden okumanızı. İşlevlerini öğrenmenizi öneriyorum. Çünkü, kendimi, sizin yazdığınız yazı karşılığında aynı dili kullanarak anlatma imkanım olmaz. Sonra, beynimizin, bahsettiğim bu bölgelerine bağlı olarak “değer” dediğimiz mekanizmanın “KÖKENİNİN” nereden geldiğini, topluluklar, ne kadar düşünürlerse düşünsünler, bu köken olmasa, değer dediğimiz kavramın (gelenek, görenek, güvenme, saygı, yardımlaşma vb.) olup olmayacağını, sevgi, saygı, yardımlaşma, güven gibi kavramların kültürel bir süreç mi, yoksa beynin bu bölgelerinde genlerimizle taşınan evrimsel bir süreç mi olduğunu, “değerlere olan esaret” ile ne demek istediğimi ve “evrimsel fren” demekle de ne demek istediğimi sanırım biraz daha iyi anlatmış olacağım.

      Lütfen, ifade ettiğim gibi, beynin sadece bu üç kısmını okuyunuz. Diğer taraflarını okumasanız da olur. Sonra, buraya yazdığınız yorumu bir daha gözden geçiriniz. Bu arada, amigdala, insula, nucleus accumbens gibi kısımlar hayvanlarda da var. Yani, değer denilen kavramlar, onlarda da var diye bir ipucu vereyim.

      Saygılarımla

      Sil