Dil Olmadan Düşünce Olabilir Mi?

13 Yorum
Dil olmadan düşünce olabilir mi? Bu felsefi soru artık laboratuvar ortamında beyin görüntüleme teknikleri kullanılarak keşfediliyor. Paris-Sud Üniversitesi sinirbilimcileri, ileri düzey matematiksel işlemleri yaparken hangi beyin bölgelerinin aktifleştiğini keşfetmek için 15 profesyonel matematikçinin beyni üzerinde fonksiyonal MR ile çalışma yaptı.

Matematikçiler, ileri düzey matematiksel ve matematiksel olmayan ifadelerin doğruluğu veya yanlışlığı üzerine dört saniye düşünürken fonksiyonal beyin görüntüleme işlemi gerçekleştirildi. Matematikle ilgili konular üzerinde düşünülürken beynin dorsa frontaparyetal ağının aktifleştiği gözlemlendi. Bu ağın dille ilgili olan hiçbir beyin bölgesiyle örtüşmediğini bilinmekte. Tarih veya coğrafyayla ilgili sorular üzerinde düşünülürken aktifleşen beyin bölgeleri, matematiksel beyin bölgelerinden tamamen bağımsız ve bu bölgeler dille ilgili bazı beyin bölgeleri ile ortaklık gösteriyor.

Çalışmada açığa çıkarılan ağ sadece ileri düzey matematiksel işlemlerde aktifleşmiyor, sayıları işlerken ve zihinsel aritmetik işlemleri yaparken de aktifleşiyor. Araştırmacalar ayrıca aynı beyin ağının sadece sayıları ve matematiksel formülleri görmeyle bile akitfleştiğini, uzman matematikçiler ve matematikçi olmayan katılımcılarda gözlemledi.

Dahası, yeni çalışmalar bu ağın okula gitmemiş çocuklarda bile sayıları tanımlamaya çalışırken aktifleştiğini gösteriyor. Bu bulgu matematiksel beyin bölgeleri ağının matematik eğitimi almadan önce ortaya çıktığını ve eğitim aldıkça geliştiğini gösteriyor.

Aslında araştırmacılar, matematikçileri ve matematikçi olmayanları karşılaştırdıkları zaman, bu ağdaki beyin bölgelerinin matematikçilerde daha güçlenmiş olduğunu da keşfettiler. Bu gözlem, Stanislas Dehaene tarafından geliştirilen nöronal geri dönüşüm teorisi (the theory of neuronal recycling) ile de örtüşüyor. Nöronal geri dönüşüm teorisi, matematik gibi gelişmiş kültürel bilişsel süreçlerin sayı, uzay ve zaman algısı gibi evrimsel beyin fonksiyonlarının geri dönüşümü olduğunu iddia ediyor.

Bu yüzden de dilsel beyin bölgeleriyle ilişkisi olmayan matematiksel ağın beyinde olduğu düşünülüyor. Bu iddia, örneğin bazı çocukların ve yetişkinlerin sayısal kelime hazneleri çok zayıf olmasına rağmen ileri aritmetik işlemlerinde başarılı olması veya afazi  hastalarının hâlâ hesaplama ve aritmetik işlemlerini yapabilmesi gerçekleriyle de tutarlıdır.

Asırlık bir felsefi problem olan “Dil yetisi olmadan düşünebilir miydik?” tartışmalarında matematik hep özel bir konuma sahipti. Ünlü dilbilimci Noam Chomsky’e göre matematiksel aktiviteler dil yetisi sayesinde ortaya çıkmıştı. Bu düşüncenin aksine, birçok matematikçi ve fizikçi ise dilsel yetinin matematiksel yetiden bağımsız olduğunu ileri sürüyordu. Örneğin Albert Einstein yazılı veya sözel kelimelerin kendi düşünme mekanizmalarında hiçbir rol oynamadığını, düşünmenin temel etmenleri olan fiziksel şeylerin kendi iradesi ile yeniden üretilebildiği ve birleştirebildiği belirli işaretler ve imgeler olduğunu söylemişti.

13 yorum:

  1. Ben ya bu yazıyı anlamadım, yada anladım ve saçma buldum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar Sayın Adsız,

      Yazının kilit noktası şu cümle sayılabilir: "Matematikle ilgili konular üzerinde düşünülürken beynin dorsa frontaparyetal ağının aktifleştiği gözlemlendi. Bu ağın dille ilgili olan hiçbir beyin bölgesiyle örtüşmediğini bilinmekte."

      Wittgenstein'ın da ifade ettiği, "dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır" sözünün temelinde, dil ve düşünmeyi aynı saymak yatar. Oysa bu çalışma, matematik temelli bir mesele üzerine düşünülür ve fikir üretilirken, dil ile ilgili bölümlerin aktifleşmediğini ortaya koyuyor. Bunun anlamı ise, dil ve düşüncenin sanıldığı kadar birbirinin içine girmemiş olabileceği yönünde.

      Elbette ki nörobilimin ilerleyeceği ve yeni çalışmaların yapılacağı su götürmez bir gerçektir. Belki o zamanlar geldiğinde bazı şeyleri daha açık bir şekilde anlayabiliriz.

      Saygılarımla.

      Sil
    2. Dil zaten düşünceden doğmadı mı? Yada düşünce olmadan dil olmaz, dil olmadan düşünce olur.
      Matematikle dili tartmalarını anlayamadım. Matematik başka dil başka bir şey.
      Dil ile düşünceyi birbirine bağlamalarınıda hiç anlamadım.
      Bu konu aklıma telepatiyi getirdi.

      neyse….

      Sil
    3. Merhabalar Sayın Adsız,

      Sorularınızda haklısınız. Çünkü makalenin, doyurucu bir dille yazıldığı söylenemez. Bu nedenle de, bazı soruları cevapsız bırakıyor. Ben, Sayın Hayyam’ın açıklamasına, yazının ilgili paragraflarının sırasını takip ederek yine Sayın Hayyam’ın izni ile biraz detay getirmeye çalışayım.

      Yazı, sizin de okuduğunuz üzere, beynimizde matematik işlemlerinin yapıldığı yer ve konuşma (dil) merkezlerinin ayrı yerler olduğu, aralarında birbirini etkileyen doğrudan bir sinir bağlantısı olmadığı veya varsa da çok dolaylı olduğu, bundan dolayı da beynimizde her bir görev yapan yani dil ve matematik düşünme süreçlerinin müstakil, birbirlerinden bağımsız çalıştığını söylemek istiyor.

      Peki böyle bir şey olabilir mi? Evet olur. Çok benzemese de refleksi örnek gösterebiliriz. Şöyle ki, gözümüze doğru bir taş geldiğinde, gözümü korumak için göz kapaklarımı kapatırım. Peki, göz kapaklarımı bilincim dahilinde bilerek yani irademle mi kapatırım? Hayır. Böyle bir işlem, yani göz kapaklarımı kapama talimatı, düşünen beynim olan alnımın hemen arkasında ve adına prefrontal korteks denilen yerden, benim iradem doğrultusunda gelmez. Peki nereden gelir? Beyin sapımdan gelir. Bunun iki nedeni var. İnsanın birkaç milyon yıl evvelki kafataslarının iç hacimlerine bakıldığında, bugünkü hacimda olmadığı ayrıca, kafatasının ön kısmının düşünen beyin için uygun bir boşluğu olmadığı dolayısıyla çok yıllar evvel insanın (!) bugünkü düşünen beyninin (prefrontal korteks) olmadığını anlıyoruz.

      Ancak, öyle olmalı ki, o zaman da da o insanın gözüne doğru gelen bir taş, beyindeki bir mekanizma ile gözü korumak için göz kapaklarını kapatıyor olmalıydı. İşte, milyon sene evvel, düşünmeye gerek kalmadan, beyin sapı, göz kapaklarımızı, taşın geldiğini görerek(!) “kendiğinden” göz kapaklarını kapatır ve gözleri korur.

      Dikkat ederseniz , “görerek” ifadesinin yanına (!) işareti koydum. Çünkü bu görme, bilinçli bir görme değildir. İşin ilginç tarafı bu görme işlemi gözlerimiz vasıtasıyla olur ancak, gördüğümüz bilgiler, bugünkü insan için düşünen beynimden çok daha önce beyin sapına gider. (Bir kaç milyon yıl evvel, düşünen beynimizin olmadığını söylemiştim). Görülüyor ki, bugün bile gözden, beyin sapına giden bu ilkel sinirler beynimizin içinde hala duruyorlar.

      Sil
    4. Yukarıda bunun iki nedeni olduğunu söylemiştim. İkinci neden, beyin sapının, göze doğru gelen bir tehlike karşısında göz kapaklarını kapatma talimatı, düşünen beyinden çok daha hızlı verilir. Bu şu anlama geliyor. Göz kapaklarımı kapatma talimatı duruna göre iki farklı yerden gelir. Birincisi, yukarıda da ifade ettiğim gibi, tehlike karşısında beyin sapından gelir. İkincisi ise, benim kendi irademle yani istediğim için göz kapaklarımı kapatıp açtığım durumdaki talimat ise, beynimin yukarısında ve adına motor korteks denilen bir kısımdan gelir. Eğer, Beynimiz ve Biz yazı dizisinden Homunculus/Küçük Adam yazısını okursanız, şekilde beynin bu kısmı görürsünüz. Nihayetinde gözüme doğru gelen bir taş durumunda, beyin sapı o bilincimden bağımsız o kadar hızlı karar verir ki, ben o taşı bilinçli olarak görüp, bilincim dahilinde beynimin üstündeki motor kortekse, göz kapaklarımı kapatma talimatı verene kadar o kadar çok zaman geçer ki, göz kapaklarımı kapatma talimatı, düşünen beynime kalsaydı, gözüm çoktan çıkardı. Çünkü, beyin sapı, benim düşünen beynimden 4-5 kat kadar daha hızlı karar alır. Hatta bazen, bırakınız düşünen beynimin göz kapaklarını kapatma düşüncemi, taş gözüme çarpmasa bile, göz kapaklarımın açılıp kapandıktan sonra, bilincimin haberi olur.

      Buraya kadar özetlersem, göz kapaklarım bir tehlike anında, bana sormadan beyin sapım tarafından kapanırken (buna refleks diyoruz), ben kendim, iradem vasıtasıyla kapatmak istersem, bu durumda komut, düşünen beynimden yani alnımın arkasındaki bölümden gelir.

      Bu uç örneği şunun için verdim. Benim Düşünüyor olmam demek, beynimin her tarafının doğrudan ve birbirlerini denetler durumda bağlantılar kurduğu anlamına gelmiyor. Ancak, burada, denetlemek ve kontrol etmekle, bilgi vermek farklı işlevlerdir. Yani beynin bir kısmının işlevi sonucu, bir başka bölümü denetlemez, yönlendirmez ancak bilgi verir anlamındadır.

      Yukarıdaki göz kapağı örneğinde olduğu gibi, beynimizde öyle başka bölümler de vardır ki, ayrı çalışırlar. Hatta bilincimizin bile haberi olmadan görev yaparlar. Bilindiği üzere görme işlemi sadece gözde bitmez. Gözler sadece birer algılayıcıdırlar. Görme işlemi esas olarak, beynimizin arkasında ve oksipital lob denilen kısımda olur. Eğer, gözleriniz sağlam dahi olsa, beyninizin arkası çarpma veya hastalık nedeniyle hasar alırsa ne yazık ki görme denilen eylem olmayacaktır. Ancak yine de doğa, bir kaç milyon yıl evvel eski bazı sinir yollarını kullanarak görmemizi(!) sağlar. Ancak bu görüş, bizim bildiğimiz görüş değildir. Bu kişi, bilindik anlamda kördür. Ancak kendisine doğru atılan bir topu tutabilir veya bir mektubu posta kutusunun yarığı belli açıyla yana eğilse dahi kutunun yarığını elleriyle kontrol etmeden, bizlerin attığı gibi kutuya atabilir. İşin ilginç tarafı, hasta gerçekten de kördür ve kendisinden istenilenlerin (atılan topu tutması, posta kutusuna mektupları atması vb.) yapamatacağını defaatle nörologlara söylemektedir. Yine, bu yazı dizisinde Kör Görüş adlı yazıyı okursanız konuyu daha detaylı görür hatta orada böyle bir durumdaki hasta ile yapılan deneyin videosunu görürsünüz.

      Sil
    5. Bunları uzun uzadıya anlatmamın sebebi, yaptığımız işlemlerin hepsinin birbirleriyle doğrudan bağlantılı olmayacağıdır. Hatta bir çok beyin işlevşiden haberimiz dahi olmayacağıdır.

      Bu arada yazıda geçen fMRI yani fonksiyonel Manyetik Rezonans denilen cihaz, beynin nerelerinin çalıştığını anlamak için kullanılıyor. Söz gelimi, bir elmayı düşünürken, beynin neresi çalışıyorsa, o bölgeye daha fazla jan gider. Giden kanda bulunan hemoglobine bağlı oksijeni sinir hücrelerinin oksijen ihtiyacını gidermek üzere hücrelere verir. Bu durumda, sinir hücreleri oksijeni tükettikçe, hemoglobinin oksijen yükü azalır. İşte bu durumda, cihazın yani fMRI’ın yarattığı manyetik alana karşılık, kanda bulunan oksijensiz hemoglobinin daha doğrusu oksijenini vermiş durumda hemoglobinde bulunan demirin yarattığı manyetik alanı ölçerek bulunuyor. (Bu arada, kanın kırmızılığını hemoglıbşnde bulunan demirin verdiğini biliyoruz) . Böylece, beynin çalışan yerleri, ekranda ışıldamış olarak görünür. Tabii ki fMRI’dan başka bir çok başka cihazlar da beynin incelenmesinde kullanılıyor. fMRI için de yazı dizisinde bir makale bulabilirsiniz.

      Şimdi, esas makaledeki yazıya geçelim. Yukarıdaki örneklere baktığımızda, beynin her bölümü birbirleriyle doğrudan bağlantılı olmadığını artık biliyoruz.

      Beynin DorsaFrontoParietal bölümü demek, kabaca kulaklarımızın biraz yukarısına, şakaklarımızın biraz gerisine gelen kısım demektir, dorsa=üst, fronto=ön ve parietal de, beynimin üzerinde kabaca biraz geriye doğru olan kısma verilen isimdir.

      Buna karşılık dil ile ilgili iki bölge vardır ve bu iki bölge de bazı kişiler hariç beynimizin sol tarafındadır. Yine kaba olarak, kulaklarımızın arkasına gelen beyin bölgesine Wernicke Alanı adı verilir. Bu kısım, karşı tarafın ne konuştuğunu anlamamızı sağlar. Eğer, beynimizde bu kısım bozulursa, karşı taraf sanki hiç duymadığımız yabancı bir lisanda konuşuyormuş gibi gelir ve nihayetinde hiç bir şey anlamayız. Konuşmayla ilgili bir diğer bölgede, kabaca şakağımıza denk gelen ve adına Broca Alanı denilen bir bölge vardır. Bu bölge, bizim, günlük hayatımızda konuştuğumuz dile komuta edilen yerdir. Diğer bir deyişle, eğer bu kısım herhangi bir nedenle hasarlanırsa (bu bölgeye ait kanama, çarpma vb.) konuşamaz hale geliriz. Konuşmak istediğimizde, ağzımızdan anlaşılmaz kelimeler çıkar. Biz kendimiz, ne demek istediğimizi biliriz ama kelimeleri gevelemekten başka bir şey yapamayız. İşin ilginç tarafı, dilimizi kontrol eden sinir hücreleri, yukarıda da bahsedildiği gibi beynimizin tepesinde, adına motor korteks denilen yerdedir ve burada, dilimizi kontrol eden sinir hücreleri sağlamdır.

      Sil
    6. Bu kısmı özetlersek, kabaca bir yol çizdiğimizde, birisi bir şey söylediğinde kulağımızdan sonra (bazı kısımları bilerek atlıyorum) önce karşı tarafın ne söylediğini daha doğrusu söylenen mesajları uygun sırasına sokmak için Wernicke Alanına gelir. Daha sonra, Wernicke Alanı tarafından düzenlenmiş bilgiler, karşı tarafın ne söylediğini anlamak için alnımın arkasındaki düşünen beynime gelir. Ne söyleyeceğime karar verdikten sonra bu bilgiler konuşma alanım olan Broca alanına gider, buradan da ne konuşacağımı, dilimle ve dudaklarımın hareketleriyle aktaracağım için beynimin üzerinde bulunan motor kortekse gider. Oradan da dilimi ve dudaklarımı oynatmak üzere (konuşmak için), dilime, dudaklarıma, boğazıma ses tellerime gider.

      İşte, yazıda bahsedilen de budur. Yani matematikçiler hatta çocuklar, fMRI altındayken zihinlerinden matematiksel işlem yaparken, matematik işlem bölgesi olan dorsafrontopariatel bölgenin ışıması esnadında buna karşılık dil alanları olan Wernicke ve Broca alanları ışımıyor (faaliyete geçmiyor) olmasına bakarak, bu bölgelerin “doğrudan” bağlantılarının olmadığına karar veriyorlar.

      Nitekim, Sayın Hayyam’ın paylaştığı yazıda ünlü dilbilimci Noam Chomsky’e göre matematiksel aktiviteler dil yetisi sayesinde ortaya çıkmıştı. Görülüyor ki, bu düşünce doğru değil. Elbette ki, Noam Chomsky bu düşüncesine, kendi akıl yürütmeleri sonucunda varmıştı.

      Elbette ki dil son derece önemli, ancak bu çalışmadan anlıyoruz ki, matematik işlemlerinin oluşması için dil, bir sebep değil, olsa olsa destek olmuştur.

      Buradan şu anlam çıkmakta. Doğuştan dil anlamında yetersiz olan, beynin bu kısımlarının faaliyetleri söz konusu olmayan bireyler, şu veya bu şekilde en azından aritmetik işlemler öğrenebilir ve yapabilir demektir.

      Aslına bakarsanız, bu evrimsel açıdan da makul görünüyor. Çünkü, matematik işlem yapan beyin bölgesi dorsofrontoparietal kısım, son bir kaç yüzbin senede oluştuğu düşünülen prefrontal korteks yani düşünen beynimizin epey gerisinde. Şunu demek istiyorum, insanlarda, henüz düşünen beynin olmadığı zamanlarda, bugünkü gibi gelişmiş bir dorsofrontoparietal kısım olmasa da, yine de bulunuyor olması gerekir. Çünkü, bugünkü gibi, henüz konuşmanın olmadığı o zamanlarda, avcılık veya toplayıcılık benzeri davranışlarında, geridekiler için ne miktar avı avlayıp veya meyveyi toplayıp gruba götüreceğine dair, beynin bir bölgesi, bilinçli olmasa da bir karar vermesi gerekir. Aksi halde, onlarca avlanabilir hayvanın olduğu bir av ortamında, beş on tane avlayabilecek yeteneği ve imkanı varken, sadece bir tane avlayıp topluluğa veya ailesine yetmeyecek av veya yetersiz meyve ile dönerek grubun besinsiz kalmasına neden olabilirdi. Daha açık bir lisanla, on kişilik bir ailem varken, fırına gidip sadece bir ekmek alıp eve dönmek gibi olurdu. Şu halde beynin, belli çoklukları karşılaştırma (ailesine yetecek kadar avı avlamak ve götürmek) için faaliyet gösteren bir yerinin de, daha bilinç (düşünen beynin olmadığı) zamanlarda elzem gibi görünüyor.

      Sil
    7. Aslına bakılırsa, sayın Hayyam’ın da çok güzel örnek olarak gösterdiği Wittgenstein'ın da ifade ettiği, "dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır" ifadesi de bu anlamda geçersiz kalmaktadır. Çünkü, düşüncelerimiz de dahil, duygularımız, hissedişlerimiz ve sezgilerimiz, dilimizi yani dünyamın sınırlarını aşar. Hatta bazan, “ düşüncemi ifade edemiyorum” deriz. Demek ki, potansiyel olarak beynimizde, dilimizi aşan, ancak şimdilik kaydıyla tanımlayanadığımız bir bilgi olduğu anlamına gelir. Aradaki tek fark, o potansiyel bilgiyi, şimdi olmasa bile gelecekte ya biz ya da başkaları deneyimleyip dile katacaklar, yani tanımlanaya dahil edecekler demektir. Zaten, aşmamış olsaydı, o sınırdan daha ötesini düşünemezdik. Kaldı ki, bilim ve teknolojide nerelere gelindiği ve insan beyninin her yeni şey öğrendikçe düşünceleri ile dilin sınırlarını genişlettiği, bu sınırı genişletmek için de, dilden daha öte düşünce olduğunu söylenek gerekir.

      Saygılarımla.

      Sil
    8. Ayrıca,

      http://tanrivarmi.blogspot.com.tr/2015/08/beynimiz-ve-biz-matematik-yetenegimiz-dogustan-geliyor-olabilir-mi.html

      linkinden, matematik ile ilgili yeteneğimizin sonradan öğrenilme değil başlangıç bilgisinin doğuştan geldiğine dair daha evvelce paylaşılan yazıyı da yukarıdaki yorumlara ilave etmek isterim.

      Sil
    9. Teşekkür ederim. Ben sizden, eğer mümkünse kuran da beyin yazısı rica ediyorum. Ve o konuyu bu konuyla beraber. Kuran olmadan düşünce olabilir mi? gibi.

      Sil
    10. Merhabalar Sayın Adsız,

      Öncelikle, düşünce denilen kavramı tanımlamak gerekir ki, böylece cümlenizin sonundaki soruya cevap verebilelim.

      Düşünce denilen kavramın tanımını tam olarak yapamasak da, kesin olan şu ki, düşünce dediğimiz kavramı hangi temel argümanlar meydana getiriyorsa, en temelindeki argüman ‘zeka’dır. En az iki şey arasında ilişki kuran her sistem, ister canlı olsun, ister cansız, zeka denilen kavramı içeriyor demektir. Kaldı ki, sisteme zeki diyebilmek için %100 ‘doğru’ ilişki kurması da gerekmez. İstatistik anlam düzeyinde, ortaya beklenilen sonucu koyuyorsa zeki demektir.

      Eğer zeka olmazsa, yani en az iki şeyi ilişkilendirme yoksa, karar alma, muhakeme yapma, plan yapma, mukayese yapma, problem çözme, strateji gütme, taktik belirleme, akıl yürütme, sonuç çıkarma hatta dua etme ve her ne isim verirseniz veriniz, gerek buraya yazdıklarım gerekse sizin aklınıza gelebilecek benzerleri eylemler de yok demektir. Bunlar ve fazlası olan her şey zekayı mutlaka içerir. Çünkü, dikkat ettiğinizde, bütün bunlarda en az iki tane olmak üzere nesne veya kavramı veya olayı, olguyu, duyguyu vb. İlişkilendirmek durumundasınız.

      Zeka testlerine de dikkat ederseniz, orada da daima “ilişkilendirme” vardır.

      Daha ileri giderek, gözümüze doğru bir taş gelirken, bilincim, gelen şeyin daha ne olduğunu anlamadan, beyin sapım, çok daha hızlı karar verir ve verdiği talimat ile gözümü korumak adına, göz kapaklarımın kapanması bile adına “refleks” denilen, zeka içerir. Keza iç güdülerimiz zeka içerir. Söz gelimi, karnımız, biz istediğimiz için acıkmaz, vücudumuzdaki besin (şeker, protein, karbonhidrat, vitamin, mineral vb.) belli eşik değerin altına düştüğü anda, diğer algılayıcılar vasıtasıyla beynimiz uyarılır ve böylece “aç olduğumuz önce bilincimizin dışında, benden bağımsız olarak ilgili sistem tarafından belirlenir, daha sonra bilincime iletilir, bilincim de, isteklerim, zevklerim doğrultusunda karnımı doyurarak eyleme geçerim. Ve son örnek olarak, arıların, çiçek özünün nerede olduğunu bulmaları için diğer arkadaşlarına yaptığı güneş dansı da zeka içerir.

      Görülüyor ki, zeka denilen kavram, bilinçli de olsa, bilinçsiz de olsa bir sistem, en az iki şey arasında bir ilişki kuruyorsa o sistem zeka içeriyor demektir.

      Peki yanlış ilişkilendirmeler de zeka içerir mi? Elbette ki içerir. İnsan mertebesinde düşünür ve örnek verirsek, aldığımız kararlar, muhakemelerimiz, problem çözmedeki sonuçlar her zaman doğru olmayabilir. Yani yanlış olabilir. Ancak, siz, bu doğru olmayan sonuca erişirken, aldığınız kararlarda, muhakemelerde, karşılaştırmalarda mutlak surette yşnede ilişkilendirme yaptınız (çünkü, bu ilişkilendirmenin doğru sonuç vereceğinize dair bir “inanç” güttünüz.) İşte, ilişkilendirmeniz sonucu yanlış dahi olsa ve bu yanlış ilşkilendirmelerden çıkan yanlış sonucu da ortaya koyan zekadır. Yani, yanlış ilişkilendirmeyi de yapan zekadır, bu yanlışı belirleyen de zekadır. Bunun en bilinen örneği, yanlış ilişkilendirme sonucunda Güneş’in, Dünya’nın etrafında döndüğüne dair eski bilgidir.

      Sil
    11. Şu halde, zeka denen kavram yoksa, düşünce denen kavram da yok demektir. Ve ayrıca, zeka olması için, insandaki gibi bir bilince de ihtiyaç yoktur. Hemen ilave edelim ki, zeka yoksa, bilinç de yoktur. Yani,tersinden, bilinç olduğu için zeka vardır diye düşünürsek, bu durumda, arılarda da bilinç vardır diye düşünürüz ki bu tamamen, sizin felsefi bakışınız olur. Buna göre önce zeka olmalı sonra bilinç ve düşünce.

      Buna göre, zekayı temel almak zorunluluğu altında, bizzat size göre, hangi tanım, “düşünceyi” tanımlıyorsa ve bu tanım size uygun düşüyorsa, öyle bir tanımın varlığı ile devam ettiğimizi varsayalım. Diğer bir deyişle, düşünce tanımını, zekayı mutlak koşul olarak tanımınıza ekleyerek, düşüncenin ne olduğunu siz tanımlayın ki, konumuzun geri kalan kısmına sizin tanımınızla devam edelim demek istiyorum.

      Buna göre en azından, zeka için, her hangi bir dine gerek olmadığını söyleyebiliriz.

      Diğer taraftan, düşünceyi ele alarak sorunuzu tarih olarak değerlendirirsek, 1400 küsür yıl evvel, Kuran’ın olmadığı zaman öncesinde, düşünce diye bir şey olmadığı anlamı çıkar ki bu doğru olmaz. Ancak siz, bazı kişilerin yaptığı gibi, Kuran kavramını, diğer dinlerin çıkışını da kapsayacak şekilde genişletirseniz, dinlerin ortalama çıkışını beş bin yıl gibi düşünürsek, bu durumda da ondan öncekilerin düşünmediği anlamı çıkar ki, o zaman da, Fransa mağaralarındaki resimleri, on bin yıl olduğu öne sürülen Göbeklitepe’dekilerin düşünmediğini varsaymamız gerekir. Kaldı ki, bu kişiler, düşündükleri için o şeyleri yapabilmişlerdir. Aksi halde onladan , bugüne taşınmış kalıntılarını açıklayamayız.

      Diğer taraftan, evrimsel sürece inanan bir kişi iseniz, düşünen beynimizin oluştuğu tahmin edilen 250-300 bin yıl gibi zamanlarda, daha ortada bugünkü gibi bir düşünme sistemetiğinin ilel biçiminin henüz başladığı “ancak, henüz din denilen olgunun bile ne olduğunu hatta ve hatta konuşmadan yani dilden/lisandan bile çok önce yani, en temel ve en ilkel düzeyde dahi ona ‘düşünme’ diyeceğimiz olgunun olduğu bir zamanda, bugünkü anlamdaki bir dinden ve kitabından bahsedemeyiz. Ancak, belli ki, avlanma, aile kurma, topluluk halinde yaşama, soğuktan korunma şu veya bu şekilde en temel düzeyde dahi olsa düşünüyorlardı diyebiliriz.

      Diğer taraftan, bugünlerde nadir de olsa, Amazon veya benzeri yerlerde, daha modern insanla hiç karşılaşmamış kabileler, eskiden gazetelerde sık olarak yer alırdı. Bu kabilelerin, bugün, bilinen anlamdaki din olgusundan çok uzak olduğu, “kendilerine göre” bir din anlayışı olduğunu söyleyebiliriz. Buna karşılık, düşünmediklerini söyleyemeyiz. Kaldı ki, geçmiş dönemde puta tapanların dahi düşündüğünü ve hatta inanmayanların dahi düşündüğünü düşünürsek düşünme eyleminin “var olması” için sebep sonuç ilişkisi mutlak bir şart değildir.

      Önce düşünme olmalı ki, buna bağlı gelişen inanç sistemine bağlı olarak din ve temsil ettiği kitabını anlayabilsin. Burada, Descartes’in “düşünüyorum, öyleyse varım” ifadesi yerini bulmaktadır. Demek ki bırakınız din ve kitabı kavramını öncelikle kendisinin var olduğunu düşüncesi yoluyla kavrayabilen bir beyin (Descartes) sistemi için din ve kitabına inanmak ikinci planda gelir. Biraz felsefi olacak ama, tanrının sayesinde varolduğunu düşünen bir insan bile, öncelikle var olup olmadığını anlamak için kullanacağı yegane argüman gibi görüldüğü için, Descartes, kendi varlığını, düşüncesinin varlığının ön koşulu koymuştur. Ve bildiğimiz gibi, Descartes de Tanrıya inanıyordu.

      Sil
    12. Ancak siz, konuyu Adem ve Havva’dan başlatırsanız, yani ilk düşünen ve konuşan insanla zaten ona atfedilen din ile eşleştirir yani düşüncenin ve din kavramının aynı zamanda başladığını örnek gösterirseniz, bu konuda nörobilimin vereceği bir cevap yoktur, çünkü nörobilim diğer pozitif bilimler gibi araştırmadını kaynağını metafizikten alan kurallar üzerine bina etmez. Ancak, şunu karıştırmamak gerekir. Nörobilim, beynin, din denilen olguyla karşılaştığındaki fonksiyonları yani beynin, din karşısında nerelerinin nasıl tepki verdiği konusuyla ilgilenir. Ancak, hangi din olursa olsun, beyin bu farlılığı gözetmeden benzer tepkiyi verir. Çünkü, burada, nöronlar tepki verirken hangi dine bağlı olarak tepki verdiğinin farkında bile değildirler. Onlar sadece kendilerine verilen talimatları yerine getirirler, gerisine karışmazlar.

      Bugüne gelirsek, bebekler doğdukları anda bilince sahip değildirler. Ancak, ayna nöronlar, iç güdüler ve dış uyaranlar vasıtasıyla (anne, baba, çevre vb.) öğrenmeye başlarlar. Ancak başlangıçtaki bu öğrenme, doğanın genler vasıtasıyla gelen aracıları ile olur. Ancak, iki-ikibuçuk yaşına geldiğinde düşünme dediğimiz temel eylemlere geçerler. Bu çocuklar için, din veya kitaplarının ne yazdığı konusunda ne anlatırsanız anlatın, bir anlam ifade etmez. Zaten bu yaşkardaki çocuklar hemen anlasalardı, doğrudan ünşversiteye giderlerdi. Ancak bu yaştaki çocuklar düşümüyor demek değildir. Düşünmeye başlamışlardır. Hatta çocuk beş altı yaşına geldiğinde de ekbette ki düşünüyorlardır ancak dini kitaptardakilerden anlamaz. Tekrar etmek gerekirse, bizim kadar olmasa da kaçılmaz bir şekilde düşünmeye çoktan başlamışlardır bile. Çünkü, beyindeki nöronlardan lazım olanlar daha da güçlenmekte, kullanılmayalar ise budanmaktadır, yani nöronlar arasındaki bağlar kopmaktadır. Bunun anlamı şudur, daha ikeri seviyede düşünmek için, o seviyedeki bilgilerin ezber olarak değil, idrak olarak beyne yerleşmesi gerekir. Ancak, tekrar etmek gerekirse, ister ilksel bilgi ister ileri bilgi seviyesinde de olsa beyin düşünme eylemini gerçekleştiriyor demektir. Çünlü insan bir seferde sıçrayarak, her şeyi idrak eder ve ileri seviyede düşündüğünü varsaymamız gerekir ki bu zaten yanlıştır.

      Şunu diyebilirsiniz. Peki, daha küçük yaştan çocukların başlarını kapatıyorlar ve çocuklar da buna uyum gösteriyorlar. Ancak bu, kendisine anlatılanları idrak ettiği için değil, bunlar, doğuştan gelen sosyal dürtüler nedeniyle beynin, küçükten itibaren içinde yaşadığı gruba uyum sağlamasıdır. Kaldı ki bu hayvanlarda da vardır. Ancak, hayvanlardan farklı olarak bu yaştaki hatta ilkokul çağındaki çocuklar dahi düşünürler, ancak, dini kitaplardaki kavramları idrak etmezler, ne olduğunu tam bilmedem “ezberlerler”.

      Özetle, din ve onun kitapları olmadan da düşünce olur. Önce zeka olmalı, arkasından düşünce oluşmalı ancak ondan sonra din ve kitapları gibi konular idrak edilebilir. Ve dediğim gibi, düşünce sistematiği açısından, hangi din olduğu beyin için fark etmez. Çünkü, dinlerden biri için beynin şurası, diğer din için de beynin burasıb tepki gösteriyor gibi anlamsız bir düşünce oluşurdu. Aradaki fark şudur. Birey, küçüklüğünden itibaren hangi din ile yetiştirilirse, beyin o öğretiyi birincil olarak kabul eder ve inanç sistemi haline getirir. Onun içindir ki, istisna haller dışında ve zorla din değiştirme vb. şu anda aklıma gelmeyen durumlar dışında, din değiltirme eylemlerini çok sık görmeyiz.

      Diğer taraftan, Kuran’da beyin veya Kuran’nın beyne bakışı vb. kavramlar, bilgi alanımın dışında bilgilerdir. Eğer Kuran’nın böyle bir bakışı varsa, Sayın Hayyam’ın bigilendireceğini düşünüyorum.

      Esen kalınız.

      Sil