Beynimiz ve Biz: Mantıkta Duygu Var Mıdır?

9 Yorum
DÜŞÜNME, PLANLAMA, MUHAKEME, AKIL YÜRÜTME, KARAR VERME VE BENZERİ İŞLEVLER, BEYNİMİZİN ÖN TARAFINDA BULUNAN VE ADINA PREFRONTAL KORTEKS DENİLEN KISIMLA YAPILIR.

Gündelik hayatımızda mantık ve duyguyu ayırır, onları farklı yerlerde birbirlerinden bağımsız olarak konumlandırırız. Ancak insanı baz aldığımızda bu ayrım doğru değildir. 

Şöyle bir soru akla gelebilir. Beynimiz saf mantık çerçevesinde, diğer bir deyişle duygularımızı hiç karıştırmadan -bir bilgisayar gibi- karar alabilir mi? Bu mümkün değildir. Bunun cevabını Bruce Hood'un Evcilleşmiş Beyin adlı kitabından alıntı yaparak cevaplayalım.
"Saf mantığın bile duygulara gereksinimi vardır. Bir bulmacayı çözerken, yanıtı bilmek yetmez, bunu yaptığımız için kendimizi iyi duyumsamamız da gerekir. Yoksa niye uğraşalım?"
Bunun anlamı, 2+2=4 hesabını yaptığımız zaman dahi saf mantık olarak görülen bu sürecin nihai safhası duygulara dayanır. Çünkü beyin, bu hesabı yaptığı için ya sonucundan ya da sonuca ulaşmak için çözme sürecinden dolayı haz duyar. Hazzın temeli ise duygudur. Zaman zaman bir problemi çözemediğimizde nasıl hırslandığımızı hatırlayalım. Hırs bir duygudur. 

Beyin, mantıksal bir işlevi bir amaç için yapar. Amaç denilen kavram da duygularla bire bir bağlantılıdır. Daha da öte gidersek duygu yoksa mantık ve matematik işlevler de yok demektir. Hatta duygu yoksa "amaç", "istenç", "arzu" vb. kavramlar da yok demektir. Yaşamın temeli, mantık değil, duygular üzerine kuruludur.

Doğa dahi insanda önce duygu mekanizmasını oluşturmuştur. Bunun anlamı bir kaç milyon yıl evvel insanın(!) beyninde beyin sapı ve bugün bizim duygularımızın merkezi olan limbik sistemin olduğu, bugünkü düşünen beynimizin olmadığıdır. Düşünen beyin dediğimiz ve mantıksal süreçlerle ilgilenen kısım, duygusal beyin sinirlerinin uzantısı üzerine ve onun devamı olarak son üç yüz, beş yüz bin yıl evvel oluştuğu düşünülmektedir. Aynısıyla, şempanze, bonobo, goril, makak vb. primatlarda, prefrontal korteksin bugünkü insandakine benzer bir düşünen beyninin olmadığı gibi.

İlginçtir ki, sanki evrimsel sürecin küçük bir modelini takip eder gibi, anne karnında dahi, beynin önce beyin sapı ve duygusal kısmı oluşurken, düşünen beyin kısmı daha sonra oluşmakta hatta bu kısmın gelişimi, doğduktan itibaren neredeyse yirmi beşli yaşlara kadar devam etmektedir.

O zaman da şu sorulabilir: "Güzel ama bilgisayarlar mantıksal ve matematiksel işlevleri yaparken duyguları olmadığı için yukarıdaki sav ile çelişmiyor mu?" Çelişmiyor, çünkü onlar duygu sahibi insanların üretimidir. Onların çıktıları bizim yani onları yapan ve çalıştıranların duygularına bağlıdır. Bir anlamda, prefrontal korteksimiz bizim bilgisayarımızdır. 

Bilgisayarla prefrontal arasındaki farkı "kabaca" bir benzetme yaparsak, bilgisayarın, beynimizin ön tarafını oluşturan prefrontal korteksin bir uzantısı olarak, kablolarla bağlı olmadan beynimizin dışında çalışan bir mekanizma olduğunu söyleyebiliriz. Nasıl ki duygularımızın merkezi olan limbik sistemin uzantısı prefrontal korteks (düşünen beyin) ise, bilgisayarları da, kendi prefrontal korteksimizin kablosuz bağlantılı devamı veya uzantısı olarak düşünebiliriz. Geriye doğru düşünürsek, bilgisayarlar, düşünen beynimiz diğer adıyla prefrontal korteksimiz vasıtasıyla duygularımıza, yani limbik sistemimize bağlıdır. Daha net söylersek, bilgisayarlar hatta beynin ürettiği en ilkelinden en gelişmişine kadar tüm alet, araç, makine ve mekanizmalar, sistemler vb. kavramların altında gizil olarak duygularımız vardır. Çünkü onlar, duyguyu temel alan bir "amaç" için üretilmişlerdir.

Erol

9 yorum:

  1. merhaba erol bey,iki basit örnek üzerinden bir soru sormak istiyordum

    inançlı iki insanın ilk kez kuranın mealini okuduğunu düşünelim.ilk kişi meali okuduğunda yazanlar ona çok mantıklı geliyor dine daha çok bağlanıyor,diğer kişiye ise mantıksız geliyor yazanlar ve dinden uzaklaşıyor.

    Veya başka bir örnekte iki kişinin sosyalist sistemle ilgili bir kitap okuduğunu düşünelim,ilk kişiye kitapta anlatılan sistem çok mantıklı gelirken,diğer kişiye mantıksız ve saçma geliyor.

    Bu iki örnekte bu dört kişinin farklı sonuçlara varmalarında prefontal korteks ve limbik sistemin rolleri nelerdir? Yani birşeyin kişiye mantıklı gelip gelmemesinden hangisi daha çok sorumludur?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın okurumuz,

      İzin verirseniz, iki ayrı yerde sorduğunuz soruları birleştirerek cevap vermeye çalışayım.

      Bildiğimiz üzere, beynimizde yüz milyar civarında nöron yani sinir hücresi mevcut. Eğer gerek bu Beynimiz ve Biz dizisindeki konularda gerekse Google’dan arama yaptığınızda, bir sinir hücresinin bir çekirdek ve çeşitli isimler altında uzantılardan meydana geldiğini görürüz. Bu uzantılardan birine de akson denir.

      Beynimizdeki iletişim, elektrikteki elektronlarla olmaz. Tebeşirdeki Kalsiyum, tuzdaki sodyum, muzdaki potasyum iyonları ile olur. İyon demek, bir atomun başka atomla birleşmeden, yalın durumdaki halidir. Bundan bu iletişimin nasıl olduğunu biraz benzetme yaparak anlatmaya çalışacağım. Çünkü beynin çalışma mekanizmasını anlamak demek sadece sorduğunuz sorular değil, bir çok sorunun cevabı demektir.

      Sinir hücresinin uzantılarından biri olan akson üzerinde sıralanmış durumda binlerce içi boş silindirler vardır. Bu silindirlerin dışında kalsiyum iyonları, içinde sodyum ve potasyum iyonları vardır. Bir düşünce oluştuğunda, bu silindirlerin iyonlar hareketlenir, içeridekilerin bir kısmı dışarı, dışarıdakilerin bir kısmı içeri girer. Böylece, aynısıyla bir pilin iki kutbu arasında oluşan voltaj farkı gibi fark oluşur. Mesela bir nöronun sakin zamanında bu voltaj farkı -70 milivolttur (Eksi yetmiş milivolt).

      Beynimizde bir hareketlenme olduğu zaman bu voltaj farkı değişir. Söz gelimi -40 milivolt veya +14 milivolt olur. Bu voltaj farkı, o silindir için bir patlamadır. Buna spayk adı verilir. Bu silindirdeki bu hareketlenme, yanındakinde benzer hareketlenmeleri ve bu da bir sonraki silindirdeki iyonları hareketlendirir. Böylece bu olay, akson üzerinde dizilmiş silindirler boyunca taşınır. Aynısıyla, domino taşlarından birini devirdiğinizde, diğerinin de devrilmesi gibi. Yani, tek bir sinir hücresinin üzerindeki bu silindirlerde olan bu patlamaların üçü, beşi, onu her ne kadarsa yan yana gelir ve bir kod üretir. Bu aynısıyla, bilgisayardaki kodlara benzetebiliriz. Eğer bilgisayar ile ilgilendi iseniz, biliriz ki, nasıl ki bilgisayarda A harfini temsilen 0100100.. gibi kodlar varsa, beynimiz için de o bilgiyi temsilen üretilen bu ard arda olan patlamalar (spayk) da belli bilgileri temsil eder. Hani gündelik hayatta bilgi dediğimiz şeyi, beyin bazında indirgerseniz aslında bu patlamaların oluşması ile oluşan kodların esas bilgi olduğunu anlarız. Yani bu spayklar yoksa, gündelik bilgi de yoktur. Başka türlü söylersek, sinir hücrelerindeki bu iyon hareketleri o sinir hücresinde voltaj iniş çıkışlarına neden olur. Tabii ki bu hareketlerin 100 milyar sinir hücresinde olduğunu düşünürseniz, faaliyetin büyüklüğü daha iyi anlaşılır.

      İşte bizim bilgi dediğimiz şeyin kökeni budur. Bu arada bilgi dediğimiz şeyin illaki iradi bir şey olması gerekmiyor. Eğer bilginin, beyin temelinde bir tanımı yapılırsa, bir sistemin ürettiği kodların (yan yana gelmiş spaykları kastediyorum) başka bir sistemi, bu sistemdeki uygun alıcıları (reseptörleri) vasıtasıyla harekete geçirmesidir. Özetle, bir sistem kod üretiyor, başka bir sistem bu kodlardan etkileniyor. İşte bilginin kökeni budur.

      Mesela kalbimizin ritmini sağlayan o sinyaller (bu sinyaller de bilgidir) beyin sapından gelir ve bilgidir. Mesela midemizin, bağırsaklarımızın kasılması bilgisi de beyin sapından gelir. Bu sinyaller olmasa, bağısaklarımız, midemiz kalakalır. Dikkat ederseniz, beyin sapından bahsediyorum. Yani beynimizin en ilkel kısmı. Keza, uyurken nefes alıp vermemizi sağlayan o sinyaller de beyin sapından gelir. Eğer bu bilgilerde veya sinyallerde bir bozukluk olursa uyku apnesi (uykuda nefes alıp vermemin durması) olur.


      Sil
    2. Mesela ormandaki bir kuşu düşününüz. Bu kuşun farklı şakıması vardır. Bunların bazıları, “bu yer (alan/bölge) benim, sakın yaklaşma” olabileceği gibi, “çiftleşmek istiyorum” gibi kodlardır. İşte bunlar da bilgidir. Eğer, o kuşun bu şakımasına bakarak, “ne kadar güzel ötüyor?” diye düşünürdek, bu tamamen bir aldatmacadır. Çünkü onun şakıması, o kuşa, ona bir fayda sağlasın diye evrimsel süreçte kazandırılmıştır. Yani o kuşun şakıması, beni (insanı) mutlu etsin diye değildir.

      Keza insanın, henüz konuşma yetisinin kazanmadığı zamanı düşününüz. Bunlar nasıl haberleşiyorlardı? Homurtularla, el işaretleriyle, vücut dillerini kullanarak, göz kırparak vb. Görülüyor ki bilgi dediğimiz şey bilince bağlı bir şey değil. Arıların dansını bilirsiniz. Bir arı, çiçek özünü bulup da yerini, kovandaki arkadaşlarına bildirmek için, Güneş’in bulunduğu açıyı dikkate alarak dans etmeye başlar ve besinin yerini bildirir.

      Başka bir örnek vereyim. Birinden dişi birinden erkek kırlangıç çıkacak olan iki yumurtayı alınız ve kırlangıçların yaşayabileceği ama hiçbir kırlangıcın olmadığı yere götürün. Bir müddet sonra yumurtadan çıkıp daha sonra çiftleşip yuva kurmaya çalıştıklarında, kurmaya çalıştıkları yuva diğer kuşlar gibi çalıçırpıdan değil, balçıktandır. O zaman şunu soralım. Etrafta hiçbir kırlangıç olmadığı halde bunları nereden görüp de o balçık yuvayı yaptılar? Bu, genlerinden geldi, öğrenmediler. Demek ki bilgi dediğimiz şey (kodlar) illaki bilinçli bir sistemin (insanın) olmasını gerektirmiyor.

      Şimdi bu bilgilerin beyinde nasıl taşındığına bakalım.

      Yukarıda bir sinir hücresinin uzantısı olan akson boyunca ve bu aksonun üzerindeki yan yana dizilmiş silindirdeki kalsiyum, potasyum ve sodyum vasıtasıyla nasıl üretilip taşındığını görmüştük.

      Peki, beynin bir tarafındaki bilgi, beynin öbür tarafına nasıl taşınır?. Bir sinir hücresi akson denilen uzantı ile biter. Aksonun bittiği yerde hemen diğer sinir hücresi başlamaz. Arada boşluk vardır. Yani, sinir hücreleri bitişik değil. İşte, akson boyunca bu silindirler vasıtasıyla daha doğrusu kasiyum, potasyum, sodyumun oluşturduğu bu voltaj farklarının oluşturduğu bilgi, tam da bu boşluğu geldiği zaman nörotransmitter adı verilen kimyasallara aktarılır. Mesela bu nörotransmitterlerden biri serotonindir. Aslında bunlar da kimyasal bir bileşiktir. Bu nörotransmitterler aldıkları bilgiyi tekrar diğer sinir hücresinin uzantısına aktarır böylece bilgi tekrar iyonlar vasıtasıyla devam eder. O halde beyinde bir bilgi taşınırken elektriksel (yani iyonlar vasıtasıyla) + nörotransmitterler + elektriksel + nörotransmitterler + …. şeklinde bir yerden bir yere ulaştırılır. Tabii ki bu ulaşım esnasında milyon veya milyarlarca sinir hücresi kullanılır. Beyindeki bu işlemlere bakarak bu işlemlerin çok hızlı yapıldığını düşünürseniz yanılırsınız. Garip gelecek ama şu anda sahip olduğunuz akıllı telefonun işlem gücü beynimizden binlerce defa daha hızlıdır.

      Bu arada bu işlemler ilgi taşınma süreci sadece düşündüğümüzde değil, rüya gördüğümüzde, kızdığımızda, sezgilerimizde, bilinçaltı, sezgi, içgüdü özetle beyin faaliyetinin her türlüsünde olur.

      Artık beyin için bilgi denilen şeyin illaki irademiz dahilinde yani bilincimiz dahilinde olması gerekmiyor. Diğer canlılarda (sistemlerde) da olduğunu biliyoruz. Rahatça diyebiliriz ki bilgi için illaki insandaki gibi bir bilince gerek yok. Eğer öyle olsaydı bundan 15 milyon yıl evvel daha insanın, düşünen beyni yani prefrontal korteksinin olmadığı zamanlardaki atalarımız nasıl haberleşiyordu? Elbette ki günümüzdeki gibi konuşmuyorlardı ama böğürtülerindeki, el kol, vücut hareketlerindeki farklılıklar keza yüzlerindeki mimikler onların iletişimlerini asgari düzeyde sürdürmesi için yeterliydi.

      *****
      Şimdi evreni düşünelim. Evren derken, her şeyi kastediyorum. Doğa, insan, toplum, gezegenler, yıldızlar, karadelikler, elementler.


      Sil
    3. Söz gelimi filanca yerde deprem oldu ve 500 kişi öldü, bundan dolayı doğa yanlış yaptı diyebilir miyiz? Veya hidrojenle oksijen birleşip suyu üretti dolayısıyla doğa mantıklı davrandı diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Çünkü mantık, doğru, yanlış gibi kavramlar insanın ürettiği kavramlardır. Bir an için yeryüzünden hatta evrenden (bundan 100 milyon yıl evvel insan diye bir canlının olmadığı zamanı düşününüz) yok olduğunu varsayınız. Bu zamanda doğru, yanlış, mantıklı, mantıksız kavramından bahsedilebilir mi? Demek ki bu kavramlar, insanın olduğu yerde mevcut. Yani insanın icadı.

      Beyin için mantıklı olmak demek, beyindeki evvelki bilgiyle, sonradan gelen bilginin uyumlu olması, tutarlı olması demektir.

      O zaman beyin nasıl çalışır ki, doğru, yanlış tutarlı, olmaktan bahsedebilelim.

      Yukarıda, beynin belli voltaj farklarına bağlı olarak bilgi üretip, bunları nasıl taşıdığını biliyoruz.

      Diyelim ki, birisinin bir gitarla müzik parçası çaldığını düşünelim. Bu müzik parçasını da o kişiden ilk defa dinlediğinizi varsayın. Çalan kişi, arada, öyle bir notayı çalar ki bu nota o müziğe uymaz, rahatsız olursunuz. Halbuki o o müziği ilk defa dinliyorsunuzdur. Nereden bilirsiniz ki o notanın oraya uymadığını? İşte beyin bu “bilgi”yi kodlarken, gelen yeni bilgiyi, evvelkilerle mukayese eder. Eğer yeni bilgi tutarlı/uyumlu ise onu kabul eder ve belleğine yerleştirir değilse, reddeder. Bu kodlama sadece müzik notası için değil, her türlü bilgi için geçerlidir. Artık bu satırdan sonra, bilgi denilen şeyi gündelik olarak bildiğimiz bilgiden kurtulup, yukarıda anlattığımız bilgi olarak düşünmeye başlarsanız, demek istediğimi daha iyi anlatabilirim. Aksi halde bilgiyi hep klasik anlamda anlamlandırırsanız, yazımı okurken aklınıza gelecek onlarca soruyu hep bu klasik bilgi üzerinden düşündüğünüz için anlamlandırmakta zorlanabiliriz.

      İşte, beyin, bir bilgiyi doğru/yanlış, mantıklı/mantıksız olarak değerlendirirken, evvelki potansiyel farkından doğan kodların, yeni gelen kodlarla uyumlu/tutarlı olup olmadığına bakar. Varsayıyorum beyin hücresi o anda -34 milivolttayken, yeni gelen bilgi bu potansiyele uygun değilse, ondan rahatsız olur. Bunun anlamı şudur. Bir sinir hücresinin doğru/yanlış, mantıklı/mantıksız gibi kavramlar umurunda değildir. Çünkü sinir hücresi, doğru/yanlış, mantıklı/mantıksız gibi kavramları bilmez. O sadece bir sistemin (elektrik devresinin) parçasıdır.

      Beyin için doğru demek çevreyi taklit eden düşünce demek. Çevreyi taklit etmek demek, çevredeki bir olayın argümanları beyin tarafından kopyası yapılabiliyorsa bu doğrudur, aksi durumda yanlıştır. Ancak, çevre olayların tüm argümanları beyin tarafında algılandığı iddia edilemez. Zaten edilseydi, bilim denilen şeyin sonuna ulaşılmış demektir. İşte o eksik argümanlarla yapılan taklide doğru diyoruz. Eksik argüman olayını ve doğru denilen inanışa en güzel örnek, eski zamanda, Dünya’nın, Güneş sisteminin merkezinde olduğuna dair “doğru” olduğuna dair inanıştır. Kendinizi, o zamanda bir öğretmen olarak düşününüz ve öğrencilerinize bunu inanarak anlatırdınız. Veya Dünya’nın düz olduğu zamanı düşününüz. Etrafta, Dünya’nın düz olduğuna dair o kadar çok kanıt vardı ki, Dünya’nın düz olduğuna olan “inanç” gelişmişti. Bu konu daha fazla açıklayızı olarak irdelenebilir. Ancak özeti şu. Doğru veya yanlış olma, bir inanıştır. Doğru veya yanlış olma bir düşünme yani prefrontal korteksin eseri değildir. Şimdi düşünelim, yukarıda örnek verdiğimiz arı, arkadaşlarına, yiyeceğin yönünü gösterirken düşünmüş müydü? Hayır. Kaldı ki onun düşünen beyni yok bile. Eğer tam da burada işlenen bilgiyi eski usül yani klasik anlamda düşünürseniz bu bizi yanıltır. Çünkü beyin doğru yanlışı, algıladığı kadarıyla bu bilgilerin tutarlı oluşlarına göre doğru yanlış veya mantıklı olduğunu size söyleyecektir. Yani doğru, yanlış, mantıklı gibi kavramlar bu yüzden bir inanıştır. Buna karar veren yer düşünen beyin gibi görünürken aslında daha ilkel olan kısımdır.

      Sil
    4. Atalarımızın düşünen beyninin olmadığı varsayalım ki homo erectus zamanını düşünelim. O zaman soralım. Bu insanımsılar, hep yanlış yaparak mı günümüze kadar geldiler? Söz gelimi, üzerlerine doğru bir gelmekte olan bir hayvandan kaçmasına yani doğru karar almasına düşünen beyni olmadığı için ilkel beynini kullandı. Bu da yukarıda anlattığımız bilgilerle başarıldı.

      Doğru yanlış kavramı beyinde bir inanç/inanma mekanizması olarak gelişir. Yani yapılan işin doğru/mantıklı olduğuna dair bir onay mekanizması gerekir. Aksi halde ana yazıda da örnek verildiği gibi beş kademeden oluşan bir problemi çözerken, her kademeyi çözdükten sonra bu çözümün doğru olduğuna emin olmasaydık (demek ki çözmek yetmiyor, o çözümün doğru olduğundan emin olmamızı sağlayan ve bizim irademiz dışında çalışan bir mekanizma yani bir onay sistemi gereklidir). Bu arada bilgi denilen kavramın (nihayetinde bu problemdekiler de bilgidir) ve bilgi denilen şeyin, aksonlardaki patlamalar olarak düşünüyor olmalısınız.

      Artık rahatlıkla diyebiliriz ki doğru/yanlış, mantıklı/mantıksız dediğimiz şeyler beyindeki bu kodların yani üretilen elektrik geriliminin birbirlerini destekleyecek şekilde tutarlı olmasıdır. Yani dış dünya ile bir ilgisi yoktur. Zaten onun için doğada doğru veya yanlış diye bir kavram yoktur. Daha evvel de dediğimiz gibi, bir balık başka bir balığı yediği için veya bir verem mikrobunun bir insanı hasta yaparak onun ölümüne sebep olmasına bakarak yanlış yaptıklarını söyleyemeyiz. Bu yanılgıları yapan, olaylara doğanın tarafından değil, insan gözüyle antroposentrik olarak yani insanın kendi çıkarları doğrultusunda bakmamızdandır. Kaldı ki doğaya bakarsanız Dünya kurulalı beri bizzat doğa tarafından oluşturulan canlıların yine %95’yen fazlası doğa tarafından yok edilmişlerdir. Doğanın, canlıları oluşturmasına bakarak, sonra da kendi oluşturduklarını yok etmesine yanlış yaptı diyebilir miyiz?

      O halde doğru/yanlış, mantıklı/mantıksız kavramı beyindeki üretilen kodların birbiriyle tutarlı olması veya olmaması demektir. Dış Dünyada, doğru yanlış diye bir kavram yoktur.

      Şimdi de beynin yüz milyar nörondan olduğunu hatırlayalım. Her bir sinir hücresi, diğeriyle 3 bin ile 15 bin arasında bağlantı kurar. Böyle olunca beynimizde trilyonlarca bağlantı olduğunu söyleyebiliriz. Bunun anlamı, hiç bir beyin bağlantısı yeryüzündeki hiçbir beyine benzemez demektir. Bunun da anlamı, bir beyinde saklanan hiçbir bilgi diğer beyindekine benzemez. Bunun anlamı hiçbir düşünme şekli başka bir düşünme şekline, inanma şekli inanma şekline benzemez. Çünkü beyinlerimiz, aynı fabrikadan alınmış aynı model bilgisayar gibi değildir. Burada her iki bilgisayardaki işlemcinin devreleri aynıdır, aynı bilgiyi aynı program (yazılım) ile aynı şekilde işler. Ancak, beyin için bu imkansızdır. Benim beynim aynı düşünce için filanca beyin devrelerini kullanırken, siz, başka devreleri kullanırsınız. Daha doğrusu kullanmak zorundasınız. Çünkü, beyin devreleri, bilgisayardaki gibi özdeş değil. Daha fazla detaya girmeden şunları söyleyebiliriz. Aynı kırmızı sandalyeye baksak bile sizin gördüğünüz kırmızı ile benim gördüğüm kırmızı aynı değildir. İşte bundan dolayı buna semantik adı verilir. Bir konuyu, ana hatlarıyla birisiyle tartışırken aynı fikirde olurken, konuyu detaylandırdıkça sapmalar yani anlaşmazlıklar başlayacaktır. Çünkü, detaya indikçe, sizin o detayı gerekçelendirme nedenleriniz ile, tartıştığınız kişi için farklılaştığını görürsünüz. Çünkü, beyin bilgiyi işlerken evvelki ile yeni bilgininin tutarlı olmasını ister. Burada tekrar hatırlayalım ve o klasik tuzağa düşmeyelim.


      Sil
    5. Tutarlı olmak demek beynin ürettiğimdpayklara ait voltajların sonraki bilgiye ait bilgiye ait voltajların uyumlu olması olduğunu hatırlayalım. Yani şunu demek istiyorum. Sizin, kendinize göre “doğru” olarak görüp de gerekçelendirip be karşınızdakine söylediğiniz o şey, sizin inancınızdır. Yani daha evvel de dediğim gibi beynin sinir hücresi için doğru/yanlış diye bir kavram yoktur. Önceki kod ile sonraki kod tutarlı mı değil mi, ona bakar. Müzik notasının bazen o müziğin o kısmına uygun olmadığını hatırlatınız.

      İşte bu kodlar herbir beyin için farklı doğru ve yanlışlar ve mantık silsileleri oluşturur. Bu açıdan bakınca Dünyanın düz olduğuna dair bir inanışta olanlar aptal olduğu için değil, eski bilgiler öyle bir inançla beyindeki bağlantılarla yer etmiştir ki, kolay kolay değiştiremezsiniz. İşte Tanrı veya dine ait bilgiler de beyindeki bu bağlantılara neredeyse kişiliğin bir parçası olur. Bu bilgileri değiştirmek demek, o şahsın kişiliğini değiştirmek demektir. Bunun da anlamı, o kişinin dini inancını eleştirmek, kişiliğine saldırı olarak algılar (bunlar bilinçli yapılmaz) ve size saldırır.

      Eğer Beynimdeki Tanrı isimli yazıyı okursanız, dinin veya Tanrının, beynin en ilkel kısımlarını dahi etkilediğini görürsünüz. Bunun anlamı, Tanrı veya din gibi bir görüşün akıl ile ilgili olduğu yani irademizle ilgili olduğu düşüncesini boşa çıkartır. Halbuki bir şey, doğrudan akılla, iradeyle ilgili olsaydı düşünen beyin yani prefrontal korteks yeterli olurdu. Görülüyor ki böyle konular düşünen beynin bir işi değildir. Buradan hareket ederek, din, Tanrı gibi kavramların, daha insan atalarının düşünen beyninin olmadığı (prefrontal korteks) zamanda da o beyin yapısına uygun ilkellikte bir tanrı hissedişi muhtemelen mevcuttu. Dikkat ederseniz “Tanrı kavramı” demiyorum, “hissediş” diyorum. Çünkü kavram demek, bir ayırtedicilik gerektirir ve bunun için de düşünen beyin yani ptefrontal kortekse ihtiyaç vardır. Yani Tanrı hissedişi, bir icat değil genetik kodlarımızda mevcuttur. Yoksa, daha henüz kültürlerin birbirleriyle kontakt kurmadığı bir zamanda (yani kültürel olarak bir kültürden diğerine bir öğreti akışı olmadığı zamanda) kızılderililerin bir totem etrafında dansı, Uzak Doğu’daki Buda veya benzeri din veya türevlerinin ortaya çıkışı tesadüf değildir. Bugünkü medeniyetle bir bağlantısı olmayan ve ilk defa sizin keşfettiğiniz Amazon’daki bir kabilede dahi, şu veya bu şekilde mistik/ruhani veya ne isim verirseniz veriniz bir davranışa sahip ritüelleri görebilirsiniz. Sonuç olarak bu bilgiler (kodlar) genlerle geliyor olmalı. Kırlangıcı hatırlayınız. Yuvayı nasıl yapacağına dair bilgiyi öğrenmemişti.

      Diğer taraftan, kişi hangi kültürün içine doğulmuşsa kişinin o kültürün dinini benimsemesi tesadüf değildir. Ancak o kişiye sorduğunuzda kendi dinini savunarak rasyonalize eder. Zaten aksi mümkün değildir. Çünkü o bilgi (dini bilgi dahi olsa, bilginin doğru olması gerekmediğini, tutarlı olması gerektiğini hatırlatalım) onun kişiliğini de oluşturmuştur.

      Peki, bazı kişiler nasıl oluyor da deist, ateist, agnostik veya bu isimler altında düşünceye sahip oluyorlar.

      O zaman şunu soralım, nasıl oluyor da Dünya’nın düz olduğuna inanıldığı bir zamanda birileri çıkıp da yuvarlak olduğunu veya hayatına mal olacağını bildikleri halde (Bruno’nun yakılmasını hatırlayınız) Galieo gibi kişiler çıkıp da, Dünya’ nın değil de, Güneş’in merkezde olduğunu ortaya koymak için neden çaba göstersinler?

      Sil
    6. Çünkü giderek artan bilgi beyinde prefrontal korteks vasıtasıyla sorgulamaya neden olmakta. Tabii ki burada haklı olarak başka kişilerde de prefrontal korteks olduğu halde neden bir çok kişide değil de belli kişilerde bu sorgulamalar oluşuyor denebilir. Aslında bunlara verilecek cevaplar da uzadıkça uzayacaktır ama ben şöyle bir benzetme yapayım. Neden ülkemizde çay Rize ve çevresi; fındık, Giresun ve çevresi zeytin filanca yerde yetişmektedir? İşte buna bir cevap ararken, beynin yukarıda anlatılan bilgiyi işleme sistemleri ve bağlantıları üzerine benzer soruları sorabilir. Ta ki, Rize ve çevresine her kim getirdiyse, o bölgede çay yetiştirme konusunda bir bilgi yoktu.

      Ancak şunu söyleyebiliriz. Daha doğuştan gelen temel bilgiler, benzer bilgilerle pekiştirilir yani tutarlı hale getirilirse, o bilgiler beyinde giderek artan sayıda yeni bağlar kurar. Bu bağlar arttıkça, bu bilgilerden (din, Tanrı, vb.) vazgeçilmez hale gelir. Bu tür bilgiler, yukarıda da ifade edildiği gibi beynimizin en ilkel sistemlerine kadar nüfuz eder. Beynimizin ilkel sistemlerinin bu bilgilerle yerleşik olarak donanması demek, artık o bilgilerin bizi yönetir hale gelip yönetmesi anlamına gelir. Bunlar inanç dediğimiz sistemleri oluşturur. Ancak yineleyelim, bilgi derken, o şeyin illaki doğru olması gerekmez. Beyin o şeye inandıktan (tutarlı ) olduktan sonra, o bilgi artık o kişi için yanlış olamaz. Aksi halde beyin çelişkili bilgilerle depresyona girer belki de intihar eder. Halbuki beyin, doğru yanlış demeden tutarlı bilgiyi edinip hayatta kalacak şekilde programlanmıştır. Nitekim siz, şu ana kadar bildiklerinizin hepsinin yanlış olduğunu size gösterseler (varsayalım anneniz, babanız bildiğiniz anne baba değil, aldığınız diploma sahte vb. onlarca şeyin bildiğiniz gibi olmadığını size ispatlasalar ne hissederdiniz? İşte burada, düşünen beyin değil, beynimizin en ilkel kısumları devreye girer.

      Artık inanan bir kişi ile inanmayan bir kişi veya ister sosyalist ister komünist ne olursa olsun, beyin evvelki bilgilerle tutarlı olacak şekilde bir sonuş çıkartır. Çünkü aynı bilgiler (aynı kitabı okusalar dahi) beynin farklı eri tabanını ve farklı bağlantılarla farklı bağlantıları kullanacaktır. Aslında kullanacaktır ifadesi dahi yanlıştır. Mecburen o bağlantıları kullanacaktır. Zaten o bağlantılar olmasa, nasıl düşünecek? Siz, bir bilgisayardan işlemciyi çekip alsanız, o bilgisayardan istediğiniz performansı alabilir misiniz?

      Burada bilgi derken duyguların da bir bilgi olduğunu unutmayalım. Hisler, sezgiler, bilinçaltı vb. hepsi bilgidir ve bunların hepsi yukarıda bahsedilen silindirlerdeki olaylardan başka bir şey olmayıp yanlış/doğru, mantıklı/mantıksız demeden tutarlı olması gerektiğini tekrar hatırlamak gerekli. Hatta bu bilgilere bağlı olarak “özgür irade var mıdır?” kavramı ortaya çıkar.

      Sonuç olarak sormuş olduğunuz iki soru hatta sorulacak yüzlerce sorunun cevabı beynin onu nasıl işlediğine bakarak yorumlanmalıdır. Eğer beynin bilgiyi nasıl işlediğini görmezden gelir ve gündelik hayattaki bilgi olarak bakarsak, her yeni şey yeni cevaba ihtiyaç gösterecektir.

      Sonuç olarak, aynı kitabı okuyup da farklı anlam çıkıyorsa (hele hele bu kutsal bir kitapsa) gerek genetik (atalarımızda düşünen beynin olmadığı zamanda ilkel beynin mistik duygulardan etkilendiğini hatırlayarak) ve içinde bulunduğu kültüre bağlı olarak olabildiğince derin beyin yapısının etkilenmesine bakarak, elde edilen bilgi (bilgi doğru da olabilir yanlış da, Dünya’nın düz olduğunun doğru olduğuna inanıldığı zamanları dolayısıyla bu bilgiyle uyumlu her şey doğrudur inanışını unutmayalım) sonraki ile uyumlu ise bu inanıştan vazgeçmeyiz. İnanmayan bir kişi için bu uyumluluk farklıdır. Bu arada, inanmayan yani ateist bir kişinin de derin beyin kısımlarında tutarlılık anlamında çalışması farklı değildir. Yani ateist de doğru bildiklerine inanır. İnanma olayı, derin beyinde oluşur.

      Sil
    7. Yani ateist beyin, inanan bir beyinden daha zekidir diyemeyiz. Nihayetinde ister inanan ister ateist olsun, beyin unları ayırt etmez. Özetle, kişiler için eski ve yeni bilgilerin tutarlı olup olmamasına bakar ve uyumlu ise bundan çıkacak sonuca “inanır”. İnanmak demek, bilgilerin tutarlı olması demektir. Bu tutarlılığın da voltaj tutarlılığı olduğunu unutmayalım. Bir kod (bilgi) beynin çalışma kuralına uyduğu müddetçe, sorun yoktur. Mesela santanç da bir hamle yaparsınız (doğru olduğuna inandığınız bir hamle) ancak o hamle sizi varsayalım ki 15. hamlede yenilgiye götürür. Yani doğru olduğuna inandığınız o hamle sizi yanlışa götürmüştür. Ancak siz, son hamleye kadar o ilk hamlenin doğru olduğuna inanırsınız. Ve her bir hamleyi, bu ilk hamleye uyumlu olacak şekilde oynarsınız. İşte beyin aynen böyle çalışır. Hamlenin doğru veya yanlış değil, evvelkiyle uyumlu olup olmadığıdır. Şimdi düşünelim. Bir kişi, satrançta son hamleyi yapamadan ölürse yaptığı ilk hamlenin doğruluğuna hep inanacaktır. Halbuki o ilk hamle ve sonraki uyumlu hamleler ilki ile tutarlıdır. Dolayısıyla nice kişiler, o bilginin yanlış olduğunu bilmeden (ama doğru olduğuna inanarak, çünkü, diğer bilgilerin ona uyumlu olduğunu gördüğü için) bu inanç gelişir. İşte beyin de böyledir. Satrançtaki gibi.,sonraki hamleler ilkiyle uyumlu olmak zorundadır. Peki, bu kişinin ilk hamlesi ve so raki hamleleri ilk hamleyle uyumlu olduğu müddetçe yanlış mu yapmıştır. Hayır, satrancın kurallarına uymuştur.

      Devamlı tekrarladığım gibi beyin, her yeni bilgi eskisiyle uyumlu ise, beyin için görev tamamlanmıştır. Dolayısıyla, aynı kitap okununca ateist için uyumsuzdur, inananan için uyumludur. Beynin çalışma mekanizması için inananan veya inanmayan farketmez. Beyin, tutarlı olup olmadığına bakar. Doğru olup olmadığına bakmaz. Bugün, bilimde dahi doğru olduğuna inanılan nice yanlışlar vardır ve belki de bunlar yüzyıl sonra ortaya çıkacaktır.

      Matemetikle ilgi soru da aynı mekanizma ile çalışır. Yaptığınız işlemin doğruluğu yanlışlığı duygularla ilgilir. Çünkü beyin bir şeyi (sonuca gitme anlamında) ona bir fayda sağladın diye yapar yani bir amacı vardır. Amaç dediğimiz şey, limbik sistemde oluşur. Buna otşvasyon denir. O sonuca ulaştığımızda bizi mutlu etmeli, çözüme ulaşamayınca mutsuz olmalıyız. Burada da uyumluluk smz konusudur. Beyin yine yukarıda bahsi geçer silindirleri kullanır. Eğer limbik sistemi alırsanız, beyin bu problemi çözmez. Çünkü şunu sorar, “bu problemi çözeceğim de ne olacak?, ne işime yarayacak?” İşte buna bir cevap verdiğiniz an (varsayalım ki problemi çözünce üniversiteye gşreceksiniz) muhakkak ama muhakkak ödül mekanizması yani nucleus accumbens çalışır. Dopamince zenginleşir.

      Bir kişinin matematik problemi çözüp ödül mekanizmasının ona haz vermesi ile, atalarımızın daha düşünen beyninin tam olmadığı zamanda bir sopanın ucuna kesici bir çakıl taşı bağlaması (bu da bir problem çözmektir) ile duyduğu haz yine nucleus accumbensin dopaminle bombardımana uğraması ile olur. Mesela, şempanzeler, çubukları alıp, bu çubukları karınca yuvalarına sokarak, bu karıncalarla beslenirler. Bu çubuğun, araç olarak kullanılması bir problem çözmedir ve onun doymasıyla onda bir tatmin (nucleus accumbens) devreye girmiştir.

      Özetle siz beş katlı integral de çözseniz, bunun limbik sistemden onayını almalıdır. Varsayalım ki siz, henüz çözülmemiş bir problemi çözmeye çalışıyorsunuz. Peki, sizi onu çözmeye yönelten nedir? İşte bu vereceğiniz cevabı, daha da detaylandırararak her verdiğiniz cevap için neden?, neden?, neden? diye sorduğunuzda mutlaka duyguya ulaşırsınız. Sonuç olarak ister matematik ister başka bir şey mutlaka duygularla ilişkilidir.








      Sil
  2. ayrıntılı cevabınız için teşekkürler

    YanıtlaSil